Bu site tamamen kendini tatmin amacıyla kurulmuştur. İçerik hoşuna gitmediyse kapı sağ üst köşede bilgine..
when you try your best but you don't succeed
when you get what you want but not what you need
when you feel so tired but you can't sleep
stuck in reverse
banner
 

Ahlakın Temelleri Kuramı: Özgürlük ve Adalet Arasında...

18.11.2017

Yeni kültürel savaş ekonomik konular üzerinden sürmektedir ve bu savaşta kendi adalet anlayışının daha iyi olduğuna ikna eden taraf üstünlük sağlayacaktır.

1943 yılında, Müttefik kuvvetler Kuzey Afrika mücadelesinde çetin bir zafer elde etmişler, Sicilya'yı ele geçirmişler ve savaşa İtalyan yarımadasına doğru ilerleyerek devam etmişlerdir. El-Alamein, Salerno ve Anzio gibi yerlerde kazandıkları zaferler Amerika'ya, Müttefiklerin Avrupa'ya eninde sonunda hakim olacaklarına dair bir güven vermiştir. Bu güven Amerikan halkının dikkatini Pasifik Bölgesi'ne yöneltmiştir. National Geographic gibi popüler dergiler Pasifik ile ilgili daha fazla makale ve harita yayınlamaya başlamıştır çünkü Amerikalılar birden bire Saipan ve Leyte Körfezleri ile ilgili daha fazla şey bilmek istemişlerdir.

Benzer durum şu anda, Amerika'da uzun süredir devam eden kültürel savaşta, sol görüşlüler için yaşanıyor. 1980'lerden Çay Partisi hareketinin (Tea Party)1 doğuşuna kadar, eylemlerin çoğu, dindar sağ ve seküler solun Amerikan toplumun ruhu için varoluşsal bir mücadele ortaya koydukları "Sosyal Arena"da gerçekleşiyordu. Cinsellik, uyuşturucu, din, aile yaşamı ve vatanseverlik ile ilgili tartışmalar özellikle popülerdi; ve 40 yaşın üzerindeki çoğu kişi Mapplethorpe2, şırınga değişim programı3, 2 Live Crew4 ve bayrak yakmanın ifade özgürlüğü sayılması gibi toplumda ateşli tartışmalara yol açan olayları hatırlar. 2012 seçimlerinde, eşcinsel evlilikler için yapılan referandumdaki zafer de dahil olmak üzere sol müthiş bir zafer kazanmıştır. Bu zaferler, daha genç seçmenlerin hoşgörülü tutumlarını gösteren seçim anketleriyle de birleşince, sola eninde sonunda Sosyal Arena'daki çoğu konuda kazanacaklarına dair bir güven vermiştir. Bununla birlikte, dindar sağın temel gücü daha yaşlı, beyaz ve taşrada yaşayan Protestanlardır ve bu grup göç, nüfus dağılımı ve kentsel yenilenmeyi Amerikan başkanlık seçimlerinde daha az rol oynayan konular haline getirmişlerdir.

Her iki taraf da, günümüzde güçlerini kültürel savaşın "Ekonomik Arena"sına çevirmeye isteklidirler, ki 2012'de yaşanan en önemli mücadelenin zenginler için getirilen marjinal vergi oranları olması bu değişimle ilgilidir. Bu savaşı sol, 1 Ocak'ta Temsilciler Meclisi'nin zenginler için vergi oranlarını arttırmasıyla kazanmış olsa da, savaşın geneli için kazanılan bir zafer söz konusu değildir. Vergi sistemi gibi ekonomik konular da, en az eşcinsel evlilik gibi sosyal konular kadar ahlaki yargılara dayanır, ve ne sağ ne de sol ekonomik ahlakın altında yatan ahlak temelleri (ki bunlar adalet ve özgürlüktür) üzerinde tam bir kontrol sahibi değildir. Dolayısıyla, her iki taraf da bu konuda düşmanının üstünlük sağlamasına ve kendisini silahsız bırakmasına karşı hazırlıksızdır. Oysa ki her iki taraf da ekonomik savaşın sürdüğü ahlaki zeminin yol göstericiliğinden faydalanabilirler.

Bu makalede, eşitlik ve olumlu özgürlüğü savunan Demokratlar ve orantılılık ve olumsuz özgürlüğü savunan Cumhuriyetçiler tarafından halen kontrol edilen bölgeleri gösteren bir harita önereceğim. Prosedür adaleti de, kimin ne kadar pay alacağı ile ilgilidir ve bunu her iki taraf da benimserler. Ancak, her iki partinin de bu soruya kendine özgü yanıtları vardır ve geniş kitleleri kendi yorumlarının daha iyi olduğuna ikna etmeye çalışırlar. Bu noktada galip gelen aynı zamanda bu yeni kültürel savaşta da üstünlük sağlayacaktır.

 

Ahlakın Altı Temeli

Sosyal psikoloji içindeki araştırmalarım, ahlaka ve ahlakın kültürler arası nasıl çeşitlilik gösterdiğine odaklanmış durumdadır. İlk araştırmalarımı, çoğu kültür ve dinin, kimseye zarar vermese bile neden bazı davranışları ahlakın içine dahil ettiklerini, örneğin neden yemek ve cinsel pratikleri (Koşer kuralları5 ya da eşcinselliğin çoğu kişi tarafından kınanması gibi) ahlaklı ya da ahlaksız olarak değerlendirdiklerini anlamak amacıyla 1990'larda Hindistan ve Brezilya'da yürüttüm. Neden çoğu kültür yemekle ilgili ya da cinsellikle ilgili kurallara cinayet ya da hırsızlıkla ilgili kurallar kadar ciddi yaklaşır ki?

İnsanların zararsız tabu ihlallerine karşı - örneğin bir ailenin araba kazasında öldükten sonra evcil köpeklerini yemeleri ya da bir kadının tuvalet temizlemek için bayrağı keserek temizlik bezi yapması- nasıl hissettiklerini anlamak için yüz yüze görüşmeler yürüttüm. Tüm durumlarda bu davranışlar, umuma kapalı olmasına ve kimsenin zarar görmemesine rağmen, çoğu kişiye yanlış geldi; bunları ya mide bulandırıcı ya da saygısızca buldular. Benim görüştüğüm kişiler arasında sadece bir grup, ki o da Amerika'daki üniversite öğrencileriydi, tamamen zarar vermeme ilkesini benimseyerek, kimseye zarar vermedikçe insanların istediklerini yapmaya hakları olduğunu söylediler. Buna karşılık, Hindistan ve Brezilya'dakiler daha geniş bir ahlak alanına sahiplerdi, bahsedilen davranışlar zararsız bile olsa bu davranışları kınamaya eğilimliydiler. Ahlaki yargılama için mide bulandırma ve saygısızlık onlar için yeterliydi.

Uluslararası farklılıkların çıkacağı zaten beklentim doğrultusundaydı. Beklemediğim şey ise, her ulusun içindeki sosyal sınıflar arasındaki farklılıklardı, ki bu farklılıklar bazen uluslararası farklılıklardan bile daha fazlaydı. Yani, Pensilvanya'daki üniversite öğrencileri Brezilya'nın Recife şehrindeki üniversite öğrencileri ile, Pensilvanya'daki kampüsün birkaç blok ötesindeki işçi ailelerinden çok daha benzerdi. Maddi olarak daha iyi durumda ve daha eğitimli olanlar için ahlak alanının daralarak minimuma inmesini sağlayan - ben sana zarar vermiyorum, sen bana zarar vermiyorsun, bunun dışında herkesin yaptığı kendine- bir takım etkenler olmalı.

Bu kültürel farklılıkları anlamlandırmak üzere 2003 yılında "Ahlakın Temelleri Kuramı" (Moral Foundation Theory) adını verdiğim bir kuram oluşturdum. Amacım, faklı ahlaki duyguları yaratan özelleşmiş "tat tomurcuklarını" tanımlamaktı. Her insanda, dilin üzerinde yer alan, beş molekül sınıfını (tatlı, ekşi, tuzlu, acımtırak ve umami) algılamak üzere özelleşmiş aynı beş tat tomurcuğu bulunur. Yine de, yemek zevkimizi sadece dilimizdeki bu tat tomurcukları belirlemez. Daha ziyade, yemek zevkimiz çoğunlukla, kendi yemek pişirme yöntemleri ile oluşturulmuş kültürümüze bağlıdır. 

Benzer şekilde, ben de evrim tarafından her birimize verilen, doğuştan gelen ve her kültürün kendine özgü ahlak sistemini oluşturmak için kullandığı psikolojik sistemleri tanımlamayı amaçladım. Örneğin, karşılıklılığı kullanmayan, adalet  ve aldatma gibi kavramlara sahip olmayan hiç bir insan kültürü bulamazsınız. Adalet ahlaki tat tomurcuğu olmak için gerçekten çok iyi bir adaydır, yine de kültürler adaleti ne şekilde uyguladıklarına göre çok çeşitlilik gösterirler. Tarih öncesi Babil hukuk kitabı olan Hammurabi yasalarındaki şu alıntıya bakacak olursak: "Eğer bir müteahhit bir ev inşa eder, ancak evi gerektiği gibi yapmazsa, ve ev çöker de evin sahibinin ölümüne neden olursa, müteahhit idam ile cezalandırılmalıdır. Eğer ev çöker de ev sahibinin oğlunu öldürürse, müteahhit'in oğlu ölüme mahkum edilmelidir." Görüldüğü gibi burada bir adalet anlayışı vardır; ancak pek de bizim adaleti uygulama şeklimize benzemez.

Pek çok antropologun (özellikle Chicago Üniversitesi'nden Richard Shweder), pek çok evrimsel biyologun ve evrimsel psikologun çalışmalarından yararlanarak, meslektaşlarım ve ben, ahlaki zihnin tat tomurcuğu olabilecek en iyi altı adayın şunlar olabileceği sonucuna vardık: İlgi göstermeye karşılık zarar verme (Care/Harm), Adalete karşılık hilekarlık (Fairness/Cheating), Özgürlüğe karşılık baskı altına alma (Liberty/Oppression), Sadakate karşılık ihanet (Loyalty/Betrayal), Otoriteye karşılık otoriteyi yıkma (Authority/Subversion) ve Kutsallığa karşılık yozlaşma (Sanctity/Degradation).

Ahlakın Temelleri Kuramı, zararlı olmayan tabu ihlallerine (köpek yemek ve bayrak yırtmak) karşı farklılaşan tepkileri açıklamamıza yardım eder. Bu tip hikayelerde her zaman sadakat, otorite ya da kutsallık, kimseye zarar vermeden, ihlal edilir. Benim araştırmamdaki eğitimli Amerikalı  katılımcıların (sonradan çoğunun liberal görüşlü olduğunu fark ettim) genellikle bu üç temeli reddeder ve tamamıyla ilk üç temel üzerine bir "mutfak" inşa ederler; yani eğer bir davranış birine zarar vermiyorsa (ilgi /zarar), birini aldatmıyorsa (adalet / hilekarlık) ya da birinin özgürlüğünü kısıtlamıyorsa (özgürlük / baskı), o halde o kişiyi o davranışı için mahkum edemezsiniz. Ancak daha geleneksel toplumlarda, ahlak alanı daha geniştir. Ahlak "mutfağı" genellikle (özgürlüğe daha az vurgu yapılmakla birlikte) tüm altı temele de dayanır ve bu toplumlarda kendi rızalarıyla eşcinsel ilişki yaşayan yetişkinlerin ya da geleneklere karşı gelen diğer davranışların, ya da otoriteyi sarsan davranışların kınanması bu açıdan anlaşılabilirdir.

 

Eski Kültürel Savaş

2004 başkanlık seçimlerinden sonra, eşcinsel evlilik, kürtaj, vatanseverlik ve diğer "sosyal konular"ın toplumdaki rolü arttığında, ahlak temelleri kuramını Amerikan kültür savaşına uygulamaya başladım. Birleşik Devletlerdeki sağ ve sol görüşlerin, farklı ulusların farklılaşması gibi, kendilerine ait inançlar, gerçekler ve değerler sistemi olup olmadığını bulmak istedim. Liberallerin ahlak mutfağının öncelikle (bireyleri koruyan) ilk üç temele dayalı olduğunu, buna karşın, sosyal muhafazakarların (ahlaki düzeni korumaya eğilimli) sadakat, otorite ve kutsallığı da içine alarak tüm altı temelden de yararlanan bir ahlak mutfağı önerdiklerini söylemek doğru olur muydu?

Bu sorunun cevabını bulmak için meslektaşlarım ve ben, 60'dan fazla psikolojik ölçeğin ve deneyin yer aldığı, www.YourMorals.org adresinde bir internet sitesi oluşturduk. 300.000'den daha fazla kişi bu ölçeklerden bir ya da daha fazlasını doldurdular. İnsanlar siteye kayıt olduklarında, politik yönelimlerini "çok liberal/sol" ile "çok muhafazakar/sağ" arasındaki 7'li ölçek üzerinde, ve buna ek olarak "bilmiyorum" ve "özgürlükçü" seçeneklerinde belirttiler. En temel ölçeğimiz olan "Ahlak Temelleri Ölçeği"nden elde edilen sonuçlar, temel hipotezimiz olan liberallerin öncelikle ilk üç temele, buna karşı sosyal muhafazakarların altısına da itimat ettiklerini desteklemiştir. Kendilerini özgürlükçü (libertarian) olarak tanımlayanlar, yani sosyal konularda liberal ancak ekonomik konularda muhafazakar olanlar, sadakat, otorite ve kutsallığı daha az konu edinen liberallere daha çok benzemektedir. Bununla birlikte, bu "ekonomik muhafazakarlar", liberallerden İlgi/zarar verme temelinde çok daha az puan alarak farklılaşmışlardır (genellikle sol politik görüşlülerde görülen "herkese sempati duyan" tutumdan hoşlanmamaktadırlar).

Herkes ilk üç temele önem vermekle birlikte, liberaller İlgi temeline çok daha güçlü bir şekilde değer vermektedir. Örneğin, "Acı çeken birine merhamet göstermek en önemli erdemdir" gibi cümlelere çok güçlü bir şekilde katıldıklarını göstermişlerdir. Ancak İlgi temelindeki farklılıklar, "Yanlış bir şey yaptıklarında bile insanlar aile üyelerine karşı sadık olmalıdırlar", "Otoriteye saygı duymak tüm çocukların öğrenmesi gereken bir şeydir", "Zararsız bile olsa, insanlar mide bulandırıcı şeyler yapmamalı" gibi cümlelerdeki muazzam farklılıklarla kıyaslandığında küçük kalır. Bu üç madde, sırasıyla Sadakat, Otorite ve Kutsallık temellerini ölçmek için kullandığımız ölçeklerden alınmıştır. Ahlak sistemleri çoğunlukla bu temeller üzerinde olan sosyal muhafazakarların liberallerle nasıl görüş ayrılığı yaşadığını görebilirsiniz. Temel olarak liberaller, özellikle kadınlar, Afrika kökenli Amerikalılar, eşcinseller ve diğer baskı altındaki grupların geleneksel tenkitlerden kurtularak kendilerini göstermelerini ve başarılı olmalarını sağlamak için onlara toplumda daha fazla yer açacağına inandıkları şeyleri gevşetmek isterler. Muhafazakarlar ise özellikle ebeveynlere daha saygılı ve disiplinli çocuklar yetiştirmelerine ve polis ve diğer otoritelere düzeni sağlamakta yardım edeceğine inandıkları şeyleri sıkı tutmak isterler. Bu anlaşmazlıkların cinsellik, uyuşturucu kullanma, din, aile yaşamı ve vatanseverlikle ilgili konularda nasıl ardı arkası kesilmeyen savaşlara yol açtığını görebilirsiniz. Neden liberallerin bazen muhafazakarlara ırkçı, cinsiyetçi ve hoşgörüsüz dediğini; ve neden sosyal muhafazakarların da bazen liberallere ahlaksız anarşistler dediğini anlayabilirsiniz. 

Ancak daha sonra Çay Partisi hareketi ortaya çıktı. Bu hareket, sosyal muhafazakarlar ile özgürlükçüler arasındaki bir ittifaktı, ki bu iki grup hem ahlaki hem de kişilik özellikleri açısından çok farklıdırlar. Ekonomik konularda,  özellikle büyük hükümet, refah devleti ve bu tür bir devlet yaratmak için gerekli yüksek vergiler karşıtlığında ortak bir amaç edindiler ve onları bölebilecek olan sosyal konuları da önemsemediler. 2009'dan sonra, kültürel savaş böylece Sosyal Arenadan yön değiştirmiş oldu, yani özgürlükçülerin de tıpkı liberaller gibi düşük puanlar aldıkları Sadakat, Otorite ve Kutsallık temellerinin geçerliliği konusundaki savaş sona erdi. Savaş, iki tarafın Adalet ve Özgürlüğün önemli olduğu konusunda aynı fikirde olduğu ama bu kelimelerin anlamları hakkında farklı fikirde oldukları, Ekonomik Arenaya kaymış oldu.

Çay Partisi Hareketi...

 

Bu kayma geçici mi? Bundan şüpheliyim. Eğer sosyal muhafazakarlar özgürlükçülerden ayrılır ve Cumhuriyetçi Parti Sosyal Arenada kaybettikleri zemini geri kazanmaya çalışırsa, sadece kadınları ve gençleri kendilerinden uzaklaştırarak daha fazla şey kaybedecekleri geçici bir "sözde" zafer kazanmış olurlar. 2000 yıllarının gençliği hoşgörülü, farklılıklara aşina ve ahlaki yargılarda bulunmaya isteksiz olarak yetiştirildi. Yabancı düşmanlara karşı ulusal birlik olma duygusunu aşılayan İkinci Dünya Savaşı'nı ya da Soğuk Savaş'ı hatırlamazlar. Bunun yerine, teknoloji onları dünyanın her yerinden gençlerle bir araya getirir, ki bu da onları Sadakat etrafında toplamayı güçleştirir. Hiyerarşi ve gelenekler için de çok az duygusal yakınlık hissetmeleri Otorite temeline desteklerini sağlamayı zorlaştırır. Ayrıca, eşcinselliğe karşı içen gelen bir iğrenme duyguları yoktur, mümkün olduğu kadar kapsayıcı biçimde sosyalleşirler, dolayısıyla Kutsallıktan türemiş cinsellikle ilgili iddialar onları harekete geçirmekte başarısız olur.

Ancak 2000'li yıllardaki bu nesil, iş vergilere ve sorumluluklara geldiğinde haksızlığa uğrayabileceklerini fark eder. Önceki nesillerin kendi emeklilik yıllarına yatırım yapabilmek için ağır borçların altına girdiklerinin ve tüm yükü gelecek nesillere bıraktıklarının oldukça farkındadırlar. Her iki tarafın da adalet, vergilendirme ve tüketimle ile ilgili iddialarını dikkatlice dinleme eğilimindedirler. Bu da adaletle ilgili konuşmamızı gerektirir.

 

Adaletin Üç Şekli

Adaletle ilgili tartışmaların sonu gelmemesinin nedeni kısmen adaletin üç farklı şekilde tanımlanmasıdır; ve bu tanımlar sağ ve solun adaletle ilgili ayrı tellerden çalmalarına yol açar. Öncelikle prosedür adaleti (procedural fairness) ile dağıtım adaleti (distributive justice) arasında ayrım yapmamız gerekir.

Prosedür adaleti, alınan kararların diğerlerinin iyi oluşlarını etkileyeceği durumlarda yansız ve açık prosedürlerin kullanılıp kullanılmadığı ile ilgilidir. Kararı veren kişi tarafsız mıdır? Oynanan oyun hileli midir? Prosedür adaleti demokrasinin sağlıklı işlemesi için çok önemlidir çünkü insanlar sisteme güvendikleri sürece kendileri için dezavantajlı olabilecek sonuçları kabul etmeye istekli olurlar. Eğer sistemin yozlaşmış olduğunu düşünüyorlarsa, halk isyanlarına katılma eğilimleri daha fazla olur. Occupy Wall Street ve Çay Partisi eylemlerine katılanların çoğu Amerika'nın kayırmacı kapitalizmden muzdarip olduğu konusunda hemfikirdirler ki bu, prosedür adaletinin doğrudan ihlalidir.

Dağıtım adaleti, bunun tersine, gelirlerin olduğu kadar giderlerin de nasıl paylaştırıldığı ile ilgilidir. Yani herkes hak ettiği payı alıyor ve üzerine düşen paylaşımda bulunuyor mu? Ancak dağıtım adaletinin iki alt türü vardır: eşitlik (equality, herkesin aynı payı alması) ve orantılılık (proportionality,  herkesin ortaya koyduğu kadar pay alması, bazen hakkaniyet -equity - de denir). Bu basit ayrım, bugün bizi en çok sinirlendiren görüş ayrılıklarını anlamamıza yardım eder. Herkes orantılılığı destekler, fakat solcular aynı zamanda eşitliği de destekler, hatta orantılılıkla çeliştiği zamanlarda bile. Sağ görüşlüler ise eşitlik ile ilgilenmezler. Muhafazakarlar, sonuç olarak çok büyük eşitsizliklere yol açacak dahi olsa orantılılığı tercih ederler.

Bunu YourMorals.org adresinde toplanan verilerde açıkça gördük. Örneğin, eşitliğe karşılık orantılılığı temsil eden "Aynı iş kategorisindeki tüm çalışanlar, performanslarından bağımsız olarak  aynı ücreti almalıdır" maddesini ele alırsak, kendilerini "çok liberal" olarak tanımlayanların %30'u bu cümleye katıldıklarını söylerken, kendilerini "çok muhafazakar" olarak tanımlayanların sadece %3'ü bu cümleye katılmışlardır. Liberallerin bu konu ile ilgili düşünmeleri gerekirken, muhafazakarlar için bu konu üzerinde düşünmeye bile değmez: Eşit katkının olmaması durumlarında eşit pay almayı dayatmak adaletin ihlalidir. 

Sağ ve sol görüş arasındaki bu farklılık tüm milletlerde görülen bir çatışmadır. Örneğin, Fransa'nın sosyalist başkanı François Hollande ev ödevini yasaklamak istemiştir. Onu endişelendiren nokta, boşanmış ailelerin çocuklarının, maddi olarak da daha iyi durumda olan evli ailelerdeki çocuklara kıyasla, ev ödevlerinde ebeveynlerinden daha az yardım alabilmeleridir. Amacı, Fransız okul sistemi gibi meritokratik6 kurumlarda ortaya çıkan fırsat eşitsizliğini en aza indirmek için bazı çocukların eğitimini yavaşlatmaktı. Birleşik Devletlerdeki muhafazakar yorumcular bu girişimi, solcuların her türlü bedel ödemeye razı olarak (daha çok çalışmak isteyen çocukları cezalandırarak, ve hatta ebeveyn yardımından yoksun yoksul çocuklar bile daha fazla çalışmak isterken) eşitlik sağlamaya ahlak dışı bağlılıklarının örneği olarak görmüşlerdi.

 

Başkan Obama ve Mitt Romney'nin adalet ile ilgili açıklamalarında yine aynı karşıtlığı görüyoruz. 2008'de, o zamanlar aday olan Obama "Tesisatçı Joe"nun, eğer çok başarılı olursa ödediği verginin artıp artmayacağı ile ilgili sorusunu şöyle yanıtlamıştır: "İstediğim şey başarınızı cezalandırmak değil...eğer zenginliğinizi çevrenize dağıtırsanız bunun herkes için iyi olacağını düşünüyorum." Sağ kanat, "zenginliği dağıtmak" ifadesini Obama'nın orantılı adaleti tamamıyla göz ardı ederek, eşitliği sağlamak için vergi yasalarını kullanmayı savunan bir sosyalist olduğunun kanıtı olarak değerlendirmişlerdi.

Bu tepkiden beri, Obama giderlerin eşitliği ile ilgili aleni açıklamalarda bulunmaktan kaçınmıştır. 2012'deki ulusa sesleniş konuşmasında sunduğu ve ondan sonraki zamanlarda da defalarca tekrarladığı strateji: "Herkesin hakkı olanı aldığı ve herkesin adil paylaşımda bulunduğu, ve herkesin aynı kurallara tabi olduğu bir ekonomiyi yeniden kurabiliriz" ifadesi bu anlamda ilginçtir. İkinci cümle (adil paylaşım) orantılılık anlamında adaletin, ve üçüncü cümle (aynı kurallar) prosedür adaletinin açık ifadeleridir. Ama ilk cümleyi (herkesin hakkını aldığı) nasıl yorumlamalıyız? Peki "hakkı olanı almak" tam olarak nedir? Sol ve sağın bu konuda oldukça farklı görüşleri vardır ve bu çatışan görüşler bugün hükümetin rolünün ne olması gerektiği ile ilgili tartışmanın da altında yatmaktadır. 

"Hakkını almanın" muhafazakarlar için, prosedür adaletini temsil ettiğini düşünüyorum. Yani, buna göre bizler hepimiz aynı kurallara bağlıyız. Yasalar bir grubu diğerine kayırmadığı sürece, yarışın başında herkesi eşit derecede varlıklı yapmak hükümetlerin görevi değildir. Bazı çocukların yarışa zengin, bazılarınınsa yoksul olarak başlamasında bir sakınca yoktur. Hatta, yarışa yoksul başlayan çocukların çok çalışmanın verdiği güçle başarıya ulaşmaları onlar için ayrı bir gururdur. Ve bu tam olarak Mitt Romney'in Boca Raton'da yaptığı ünlü "yüzde 47" açıklamasıyla aynı bağlamdadır. Konuşmasına kendi babasının ve karısının babasının nasıl yoksul ama güçlü bir çalışma ahlakının olduğu evlerde büyüdüğünü anlatarak başlamıştır. Onlar, Amerikan rüyasını gerçekleştirmişlerdir. Ardından Çin'de çok düşük ücrete daha iyi bir hayat için çalışan fabrika işçilerinin iş ahlakını övmeye başlamıştır. Daha sonra, Florida Senatörü Marco Rubio'nun Amerika'ya çok az parayla gelen ama hiçbir zaman diğerlerine imrenmemiş ailesine, onların şu sözlerini tekrarlayarak övgüler yağdırmıştır: "Başkalarını kıskanmak yerine çok çalışır ve okula gidersen, günün birinde senin de yeteri kadar mal varlığın olabilir". Ve bu sözlerinin hemen arkasından gelen, "herkesi kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiğine" nasıl ikna edeceği ile ilgili soruyu. "federal gelir vergisi ödemeyen yüzde 47'yi görmezden gelerek" diye yanıtlamıştır. Yani, Romney'e göre, bu her türlü bir orantılılık meselesidir. Eğer çok çalışırsanız, başarılı olursunuz. Eğer çalışmazsanız, başarısız olmayı hak edersiniz. Eğer devlet hazinesine katkıda bulunuyorsanız, devletin sağladığı avantajlarından faydalanmayı hak edersiniz. Eğer katkıda bulunmuyorsanız, o zaman hiçbir şey hak etmezsiniz. Eşitlik, basitçe söylemek gerekirse, söz konusu değildir. 

Bununla birlikte, demokratlar, "hakkını almak" konusunda çok farklı görüşe sahiplerdir. Bu sadece prosedür adaleti ile ilgili değildir, aynı zamanda dağıtım adaleti ile ilgili soruları da içerir. Bunu anlamak için adaletin yanında özgürlük kavramını da tartışmamız gerekir.

 

Özgürlüğün İki Çeşidi

Tüm Amerikalılar özgürlüğe değer verir. Çay Partisi eylemlerinin birincil manifestolarından biri "Bize Özgürlüğümüzü verin" idi. Wall Street'i İşgal Et (Occupy Wall Street) eylemleri de Zuccotti Parkı'nın ismini "Özgürlük Parkı" olarak değiştirmişti. İlk bakışta hem sağın hem de solun özgürlüğe eşit derecede önem verdiğini söyleyebiliriz - her iki grup da Amerikan özgürlüğüne gelen başlıca tehditlere karşı muhalif tavır alırlar. Çay Partisi eylemcileri bu tehdidin kontrolden çıkmış federal hükümet olduğunu söylerken, Wall Street'i İşgal Et eylemcileri bunun büyük şirketler ve en zengin yüzde 1'lik kesim olduğunu söyler. 

Ancak, aralarındaki görüş farkı bundan çok daha derindir. Özgürlük, olumlu ve olumsuz olarak, iki farklı şekilde kavramsallaştırılır ve bu kavramlar birbiriyle rekabet içindedir. Filozof Isaiah Berlin, olumlu özgürlük ve olumsuz özgürlük terimlerini 1958'de Avrupa refah devletlerinin, hükümet ve vatandaşlar arasındaki ilişkiye dair yeni fikirler geliştirmeleri üzere öne sürmüştür. Olumsuz özgürlük, "insan davranışlarını engelleyen setlerin yokluğu" anlamına gelir. Bu geleneksel özgürlük anlayışıdır: Bu, diğer insanların müdahalesi ve baskısı olmaksızın, tek başına olabilme özgürlüğüdür. Bu özgürlük türü ihlal edildiğinde, baskı ve kısıtlamalara karşı öfke içeren bir psikolojik tepkisellik (reactance) meydana getirir. Ortaya çıkan bu tepkisellik, öncesinde yapmaya istekli olmasalar bile, insanları yapmaya zorlandıkları şeyin tam tersini yapmaya iter.

Olumlu özgürlük, buna karşılık, birinin güç ve kaynaklara, kendi yolunu seçmek ve kendi potansiyelini gerçekleştirmek için sahip olabilmesidir. Berlin, bazı felsefecilerin ve aktivistlerin de sormaya başladıkları, savaş sonrası demokrasilerdeki eğilimi özetlemişti: Eğer sana çok az seçenek sunan sosyal sistem içine sıkışıp kalacaksan, (olumsuz) özgürlüğün iyi tarafı nedir? Olumlu özgürlük yanlıları, hükümetlerin politik katılımın tam olarak sağlanmasının önündeki engelleri kaldırma ve önceden baskı altında olan grupların başarılı olmaları için adım atma zorunluluğu olduğunu iddia ederler. 

Olumlu özgürlük adına belki de en etkili iddia Lyndon Johnsan tarafından 1965 tarihli Howard Üniversitesi'nde yaptığı diploma töreni konuşmasında gelmiştir. Konuşmasına, Afrikalı Amerikalılara olumsuz özgürlük veren Vatandaşlık Hakları Eylemlerini kutlayarak başlamıştır: "Amerikan toplumunda özgürlük, tamamen ve eşit bir şekilde paylaşılmak için olan bir haktır - oy vermek, iş bulmak, kamu alanlarını kullanmak ve eğitim alabilmek için.  Bu, birey olarak, ulusal yaşamımızın her bir parçasında aynı saygınlıkta muamele gördüğümüz ve herkese vaat edilen bir haktır."

Johnson daha sonra olumlu özgürlüğe geçiş yaparak konuşmasına şöyle devam etmiştir:

Ancak özgürlük yeterli değildir. Yüzyılın bıraktığı yaraları sadece "şimdi istediğiniz yere gitmekte, istediğiniz yapmakta ve sizi memnun eden lideri seçmekte özgürsünüz" diyerek silemezsiniz. Yıllarca zincire vurduğunuz birini azat edip yarışın başlangıç çizgisine getirip, "şimdi diğerleriyle rekabet etmekte özgürsün" diyerek, tamamıyla adil davrandığınıza inanamazsınız. Fırsat kapısını sadece açmak yeterli değildir. Tüm vatandaşlarımızın bu kapılardan geçecek yeterliliğe sahip olması zorunludur. Vatandaşlık Hakları için olan mücadelede bu bir sonraki ve çok daha temel bir basamaktır. Sadece özgürlüğü değil aynı zamanda fırsatları da kazanmaya çalışıyoruz. Sadece yasal eşitliği değil yeteneklerdeki eşitliği de istiyoruz, sadece hak olarak ve teorideki eşitlik için değil, gerçek hayatta ve sonuç olarak eşitliği istiyoruz (italik yazılar yazar tarafından eklenmiştir).

 

Johnson'ın mantığı 1960'lardaki Afrikalı Amerikalıları düşündüğümüzde akla yatkın görünmektedir. Fakat günümüzün Afrikalı Amerikalılarına uyarlanabilir mi? Ya da Meksikalı göçmenlere? Solcular bir kere olumsuz özgürlükten olumlu özgürlüğe döndüklerinde, federal hükümetin gücünü (eşitlik anlamında) adalet ve (olumlu) özgürlük sağlamak üzere kullanma politikası Demokratlara bağlanmıştır; ki bu politikalar başka birçok kişinin adalet (orantılılık anlamında) ve (olumsuz) özgürlük anlayışını ihlal etmekteydi. Bu sol politikalar genellikle toplumda rağbet görmemişti ve Cumhuriyetçilere son derece başarılı bir şekilde yürüttükleri saldırılar için fırsat vermişti.

1970'lerden sayısız örnek verilebilir: Devlet okuluna giden öğrencilerin okul servisinde ırksal kaynaştırma uygulamasına zorlanması beyaz ailelerin olumsuz özgürlük duygularını zedelemiş ve buna karşı tepkiselliklerini tetiklemiştir. Eğitimde ve işe almada uygulanan pozitif ayrımcılık prosedür adalet anlayışına ters düşmektedir. Yüksek bütçeli iyileştirme programları çoğu kişinin orantılılığa dayalı adalet anlayışını ihlal etmiştir - bu programları, hükümetin yok yere para harcaması ve hatta erkeklerin çocuklarını terk etmelerini kolaylaştırıcı ve faturasını da vergi ödeyen vatandaşlara kesmeleri olarak görmüşlerdir. Bu politikalar beyaz işçi sınıfını uzaklaştırmış ve onları Cumhuriyetçi Parti'ye doğru itmiştir. O zamanlardan bir kitap başlığı tüm durumu yansıtıyordu: Canarsie7: Brooklyn'in Yahudileri ve İtalyanları Liberalizme Karşı (Jonathan Rieder).

Ancak, adalet ve özgürlük ile ilgili birbiriyle rekabet içindeki görüşler sadece çalkantılı dönemlerden gelen tarihsel tuhaflıklar değildir. Bunlar hayatımızın hala oldukça büyük bir parçasıdır. Yüksek Mahkemeye gitmeden önce Yargıç Sonia Sotomayor  tarafından 2008 yılında görülen tartışmalı bir dava olan New Haven itfaiyecileri vakasını ele alalım. Frank Ricci adında beyaz itfaiyeci, terfi sınavına uzun saatler harcayarak çalışmıştı. Disleksisinin8 üstesinden gelebilmek için Ricci, daha sonradan dinlemek üzere pek çok kitabı bir ses kayıt cihazına kaydetmişti. Ricci'nin yoğun çalışması sonuç vermiş ve sınavda yeterli görülmüştü. Ancak, aynı testten hiç bir siyah itfaiyeci geçemediği için New Haven itfaiye departmanı, ırksak azınlıkları koruyan federal yasalarla başının derde gireceğinden korkarak, sınav sonuçlarını iptal etmeye karar verdi. Ricci ve 17 diğer itfaiyeci dava açtılar. Yerel Mahkeme itfaiye departmanının yanında yer aldı. Temyiz Mahkemesi'ne taşınan dava da Ricci'nin aleyhinde sonuçlandı. Ancak Yüksek Mahkeme daha sonra kararı tersine çevirmiş ve Ricci'nin yanında yer almıştı.

Eğer orantılılık bağlamında bir adalet anlayışınız varsa, ilk verilen kararlar sizde öfke hissi uyandırır. Ricci gerçekten çok çalışmış, bir takım zorlukların üstesinden gelmiş ve başarmıştır. Eğer prosedür adaletine değer veriyorsanız, ilk kararlar bu açıdan da iyi görünmez: Herkes aynı hakka sahiptir, herkes aynı kurallara göre oynar, ama kurallar grup-temelli bir eşitsizlik yarattığı için sonradan değişmiştir. (Mahkeme, sınavın uygunsuz ya da ırka göre yanlı olduğuna dair bir kanıt bulamamıştır). Solcuların 21. yy.'a taşımak istedikleri olumlu özgürlük vizyonu bu mu? Eğer öyleyse, demokratlar, kültürel savaşın Ekonomik Arenasında savunmasız olacaklardır.

 

Yukarıdaki harita durumu  göstermektedir. Adaletin üç şekli nehrin batısındaki bölgelerde, özgürlüğün iki şekli nehrin doğusundaki bölgelerde konuşlanmıştır. Demokratlar, sosyal adalet kavramıyla ilişkili olan eşitlik ve olumlu özgülüğün savunulduğu kuzeydeki vilayetler üzerinde tartışmasız kontrol kurmuşlardır. Cumhuriyetçi güçler de güneyde kümelenmişler, orantılılık üzerine kurulu adaleti ve olumsuz özgürlüğün çoğunluğunu, ve bir kısım prosedür adaletini kontrol etmektedirler. Peki ya sınır değişirse ne olur? Ya da her iki taraf da daha fazla bölge ele geçirdiğini düşünse ne olurdu?

 

Yaklaşan Savaş

Cumhuriyetçilerin ana zayıflığı bellidir: prosedür adaleti. Özellikle Mitt Romney'in yürüttüğü kampanya sonrasında, çoğu Amerikalı, Cumhuriyetçi Parti'nin, hükümeti ayrıcalıklar kazanmak, vergi oranlarını düşürmek ve multimilyonerliğe gien yolda siyasi erişim sağlamak için kullanmaya çalışan zenginlerin idaresindeki bir parti olduğunu düşündü. Cumhuriyetçiler, her zaman paranın hükümetteki rolünü azaltmaya ve Wall Street'e erişimlerini kontrol altında tutmaya yönelik girişimlere karşı olmuşlardır. Demokratlar da pek çok torpilin önünü açmışlardır, ancak hiç olmazsa politikacıların prosedür adaletine uymaları konusunda gözle görünür çaba göstermişlerdir.

Bununla birlikte Cumhuriyetçiler, Demokratlara, daha ziyade onların sahiplendiği olumsuz özgürlüğün ana konularından cinsel özgürlük konusunda da meydan okumaktadırlar. Protestan sosyal muhafazakarların etkisi azalırken, özgürlükçülerin etkisi zamanla artarsa, Parti günün birinde eşcinsellik ve eşcinsel evliliklerine karşı muhalefetini de azaltabilir, ki bu onlara sadece iş hayatında değil aynı zamanda özel hayatta da tamamen özgürlükçü bir parti olduklarını iddia etme şansı verir. (Aynı şey, uyuşturucu kullanımının yasallaştırılması için de geçerlidir.) 

Cumhuriyetçiler, olumlu özgürlük ile ilgilenmez gözükse de bazı girişimci gençler bu alana geçiş için hazırlık yapmaktadırlar. Örneğin, Ross Douthat ve Reihan Salam, yıllardır Cumhuriyetçi Parti'nin, aile yapısını güçlendirerek nasıl yoksul ve işçi sınıfının yükselmesine yardımcı olan bir partiye dönüştüğünü yazar. Amaç sosyal adaleti sağlamak olmasa da, hayata büyük dezavantajlarla başlayan gruplara (ailesel istikrarı düşük gruplara) yardım etmek için hükümetin kullanılması girişimidir. 

Demokratlar için de yukarıdaki harita fırsatlar ve riskleri işaret eder. Demokratlar genellikle vatandaşlarına karşı aşırı korumacı ve müdahaleci devlet ("Dadı Devlet") anlayışını sürdürürler. Bu politika halk refahı için iyidir ancak Cumhuriyetçilerin olumsuz özgürlük iddiasını güçlendirir - Uygun Bakım Yasası ve onun vatandaşları boyunduruk altına alması bu noktada en öne çıkan konudur. Demokratlar için diğer bir değişiklik, iş hayatındaki hükümet düzenlemesini katı bir kar-zarar testi uygulayarak yapma alışkanlıklarının, ki bu Obama'nın ilk dönemindeki Danışma ve Düzenleme İlişkileri Ofisi'nin (Office of Information and Regulatory Affairs) başındaki Cass Sunstein'in uygulamalarına kadar geri gider, değişmesidir. Aslında, Obama yönetimi ilk üç yılında, George W. Bush'un ilk üç yılına kıyasla daha az yeni uygulama getirmiştir. Demokratların, ezilenlerin hakları için mücadele ettikleri iddiasında olmaları küçük işadamlarının güçlü bir şekilde Cumhuriyetçileri desteklemelerini sağlamıştır. Eğer Demokratlar işadamlarının ihtiyaçlarına duyarlı olduklarını göstermeye devam ederler ve daha az ve zeki düzenlemeler yapmayı amaçlarlarsa, olumsuz özgürlük savunucularının bir kısmını geri kazanabilirler.

Amerikan Cumhuriyetçileri'ni temsil eden fil ile Demokratlar'ı temsil eden eşek kafa kafaya...

 

Demokratlar, kendilerine orantılılık (adaleti) zemininde de yer bulabilirler, özellikle de orantılılığın olumsuz yüzü olan dolandırıcıları ve  aylakları cezalandırma kısmında. Demokratlar, 1970'ler boyunca cezalandırma konusunda yumuşak olduklarına dair ün kazanmışlardır çünkü ırksal eşitlikle ilgili kaygıları ve suçlulara karşı merhametli tutumlarını bir kenara bıraksak bile, orantılılığı tamamen göz ardı eder gözükürler. Bill Clinton bu ilişkiyi tersine çevirmek için bir takım ilerlemeler kaydetmiş, 1990'larda suç oranlarındaki ani düşme üzerlerindeki baskıyı azaltmıştır. Ancak Demokratlar, genellikle kaçırma alışkanlığında oldukları, dolandırıcıları cezalandırma fırsatlarına hala dikkat etmelidir. Örneğin, yaptıkları haksız reformlar oldukça tartışma yaratmıştır. Çoğu kişi, orantılılık duygumuzu zedeleyen haksız davalarla ilgili hikayeler karşısında çileden çıkmıştır. Sağlık hizmeti giderlerinin temel etmenleri olsun ya da olmasın, Demokratlar bu davaların avukatlarını koruyan bir parti imajı verir, Cumhuriyetçiler ise yıllardır ahlaki öfkeye işaret eder ve değişim için çağrı yapar. Obama yönetimi 2011 yılında doğru yolda bir adım atarak, eyaletlerin tıp alanındaki yanlış uygulama prosedürlerinde revizyon yapmaları için yardım edeceğini açıklamıştır, özel sağlık mahkemelerinin kurulması da bu revizyona dahildir. Dava avukatları lobisi tarafından muhalefetle karşılanan bu mahkemeler, görevi kötüye kullanma iddialarını hızlıca çözebilecek özel eğitimli yargıçlara sahiptir, dolayısıyla zaman yönetimi açısından çok yararlıdır. Hiç bir jüri, artık şaibeli uzmanların şahitliği ile dolu uzun duruşmalardan sonra yazılı dava sonuçlarını müsrifçe dağıtmaz. Bu tarz mahkemeler hem prosedür adaletini hem de orantılılık adaletini arttırmıştır. 

Demokratların ileriki yıllarda karşılaşacağı belki de en büyük zorluk, ırka dayalı pozitif ayrımcılığa ve Lyndon Johnson'ın zamanındaki gibi Afrika kökenli Amerikalıların odak grup oldukları olumlu özgürlük kavramına bağlılıklarını gözden geçirmeleri olabilir. Son 60 yıldır, özellikle 1980'lerden itibaren, Amerika'da eğitim ve iş hayatındaki sosyal sınıf farkı giderek artarken, ırksal fark gittikçe azalmaktadır. Bazı değerlendirmelere göre şu anda sosyal sınıf farkı, beyaz ve siyah ırklar arasındaki farkın iki katına ulaşmış durumda. Dolayısıyla, işe alım ve kayıt kabullerde, boşanmamış ailelerden gelen Afrika kökenli Amerikalı avukat çocuklarına, beyaz maden işçilerinin ya da bekar annelerinin çocuklarına göre pozitif ayrımcılık uygulanmasını savunmak ahlaki açıdan giderek zorlaşmaktadır. 1820'lerdeki Andrew Jackson'ın seçim sloganı günümüze daha uygun görünüyor: "Herkese eşit fırsat, hiç kimseye özel ayrıcalık". Eğer Demokratlar, ilerleyen yıllarda ırk temelliden sosyal temelli bir adalet anlayışına dönebilirler; ve hükümet programlarının nasıl ve neden yoksullara olumlu özgürlük yaratmak için kullanılması gerektiğine dair iddialar üretebilirlerse, olumsuz özgürlük ve orantılılık adaletini ihlal etmeden Jackson'ın sloganını geri kazanabilirler. Bu, onlar için adalet ve özgürlük üzerinden yürüyen yeni kültürel savaşta dalgalandırmaları için ilham verici bir bayrak olabilir.

Yazan: Jonathan Haidt (Sosyal Psikolog, "Tüm Zamanların En Önemli Düşünürleri" arasında yer alan uzman)

Teşekkür: Bu çeviri için Elif Helvacı'ya teşekkür ederiz.

Görsel: Özgürlüğü temsil eden Amerikan Özgürlük Anıtı ile adaleti temsil eden figür öpüşürken... Mirko Ilić tarafından tasarlandı...

Kaynak: Democracy Journal

Çeviri Notları:

1. Çay Partisi Hareketi (Tea Party): 2009 yılında temelde Başkan Obama'nın gelir vergisi düzenlemelerine karşı çıkan, ismini 1773 yılında daha sonra Amerikan Bağımsızlık mücadelesini başlatacak olan, İngiltere'ye karşı yapılan "Boston Çay Partisi" eylemlerinden alan oluşum. Her ne kadar başlangıç noktası ekonomik temelli olsa da daha sonra göçmen karşıtı, ayrımcı ve muhafazakar gövde gösterilerine dönüşmüştür.

2. Robert Mapplethorpe, 1946 - 1989 yılları arasında yaşamış ABD'li fotoğraf sanatçısı. Eserlerinde ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ve homofobiye karşı bir duruş sergilemiş, yarattığı sansasyonel anlatımlarla özellikle sağ kesimi karşısına almış ve 1980'li yıllarda çok tartışılan bir figür haline gelmiştir.

3. Şırınga Değişim Programı (Needle Exchange Programme): 1980'lerde başlayan, uyuşturucu bağımlılarını HIV ve Hepatit gibi hastalıklardan korumak üzere ücretsiz enjeksiyon kitlerinin devlet tarafından ücretsiz olarak sağlandığı bir programdır. 

4. 2 Live Crew: 1990'lı yıllarda şarkılarındaki müstehcen temalar nedeniyle tartışma yaratan ABD'li hip hop grubudur. 

5. Koşer Kuralları: Yahudi inancına göre yenilmesi serbest ve yasak olan hayvansal gıdaları tanımlar.

6. Meritokrasi: Kişilerin, kendi sahip oldukları yeteneklerine ve bireysel başarılarına göre yükselmesine dayalı sistem.

7.  Canarsie: Brooklyn'de bir mahalle.

8. Disleksi: Dil kullanımı ve hafızaya dayanan bir öğrenme bozukluğudur, ancak zeka geriliği söz konusu değildir.

Gösterim : 1965
Aşağıdaki formu kullanarak yorum yazabilirsiniz
Bu sitede istatistiki amaçlar için çerezler kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.